🌱 “Kurtuluş yok tek başına” diyerek dayanışmanın, üretimin ve doğayla yeniden bağ kurmanın peşine düşenlerden biri Bediz Yılmaz. Akademiden bostanlara, şehircilikten kooperatiflere uzanan bu yolculuk; kişisel olduğu kadar toplumsal bir dönüşümün de hikayesi.
Mersin Üniversitesi’nde akademisyenlikten “Tohumlar Kampüse” projesine, Barış Akademisyenliği'nden Yaşam Parkı hayaline... Gıda sistemlerine yönelttiği eleştirilerle olduğu kadar, yaşamın bizzat içinde ördüğü çözümlerle de Bediz Yılmaz, başka bir dünyanın mümkün olduğunu hatırlatıyor.
Local Makers olarak, adil gıda, türeticilik, kent bostanları ve dayanışma temelli üretim biçimlerini konuştuk. Bediz Yılmaz’ın yaşam deneyimi ve düşünceleri, sadece bir gıda rehberi değil; aynı zamanda bir yaşam çağrısı niteliğinde.
Buyrun sohbete!
Hikayeniz tarım alanına nasıl evrildi? Akademiden kooperatiflere, şehircilikten bostanlara uzanan bu yolculuğun ilk kıvılcımı neydi?
Bu yolculuğun ilk kıvılcımı çok daha küçük yaşlardan beri toprağa olan ilgim: Avşa adasında önce dedemin daha sonra da babamın bağında bahçesinde geçirdiğim zamanlar… Ancak bu ilginin somutlaşması Mersin Üniversitesi’nde akademisyen olarak çalışırken Buğday Derneği’nin “Tohumlar Kampüse” projesiyle oldu ilk olarak. 2015 yılıydı, sadece 5 sebze yatağı 10 çeşit tohum ile bir avuç insan (öğrenciler, hocalar, çalışanlar) kampüste bir şeyler yetiştirmeye çalıştık. Çok başarılı olamadık ama öylece başlamış olduk. 2016 yılında Barış Bildirisi’ne imza attığım için üniversiteden atılınca da aklımdaki tek şey tarımla uğraşmaktı.
"Zorunlu göç", "sosyal dışlanma" gibi kavramlarla çalışırken, bir gün kendi ellerinizle toprağa dokunacağınızı hayal eder miydiniz?
Açıkçası bunun hayalini hep kuruyordum ama bu kadar erken ve bu kadar göbekten gireceğimi düşünmemiştim. Ama bu hayali ufak ufak beslediğim için kendimi şanslı görüyorum, işim elimden alındığında ne yapacağım şimdi ben diye bir bocalama neredeyse hiç yaşamadım.
Zorunlu göç ve sosyal dışlanma konularıyla da aslında epeyce bağlantılı yaptığım şey diye düşünüyorum. Çünkü tarım yapma bilgisi asli bir bilgi, yani elinizden her şey alındığında dahi eğer bu bilginiz varsa ve biraz da tohumunuz varsa, hayatı sıfırdan yeni baştan kurabilirsiniz. Bu düşünce bana çok büyük bir güç ve büyük bir özgürlük duygusu veriyor. Göç veya savaş veya afet nedeniyle her şeyini kaybetmiş insanların -ki hepimiz bir gün bu konuma düşebiliriz- bu bilgiyi edinmesi bana çok önemli geliyor. Akademideki son yıllarımda Suriyeliler için bir agroekolojik köy projesi üzerine de kafa yormuştuk nitekim, şimdi bakınca hepsi aynı mantıkta birleşiyor.
Bugünden geçmişe dönüp baksanız, hangi kararınız “iyi ki” dedirten bir dönüm noktası oldu?
Karar değil de iyi ki meraklı ve meraklarının peşinden inatla giden bir insanım. Bu özelliklerin ödüllendirildiği bir ülkede değiliz malum, bunu çok da takmadan iyi ki beni mutlu edecek şeyi yapmaya devam ediyorum, edebiliyorum.
Adil gıda dediğimiz şey sadece sağlıklı beslenme biçimi değil. Sizce bu kavram bugün en çok nerelerde yanlış anlaşılıyor ya da sığlaştırılıyor?
Aslında gıda sadece gıda değil demek lazım her şeyden önce. Gıda dediğimizde ister işlensin ister işlenmesin tamamen tarımsal üretime dayalı ürünlerdir bunlar, hayvancılık da tarımın bir parçasıdır. Nasıl bir süreç içerisinde üretiliyor, kim tarafından nasıl bir üretim ilişkisi içerisinde, nasıl bir toprakta, ne gibi uygulamalarla üretiliyor. Ekolojik ortamın dengesi, toprağın içindeki ve üstündeki canlılar, üretim faaliyeti yapan emekçiler gözetiliyor mu? Doğanın, gezegenin, insanın sağlığı gözetiliyor mu? Bir parçası olduğumuz doğaya bütünsel mi bakıyoruz yoksa sömürü ilişkisi mi kuruyoruz? Bütün bunları düşünen bir yaklaşımdır adil gıda yaklaşımı.
Türetici” olmak, sizin için bir yaşam biçimi. Tüketim çağında bu kimliği nasıl koruyor ve yaygınlaştırıyorsunuz?
Tüketiciliğin kendisi çok tüketici bir kavram; daha açık söylemek gerekirse, sürekli ve sadece tüketim yapan bir insan aslında kendini de tüketiyor demektir. Bir insan kendisi gıda anlamında bir üretim yapamıyorsa bile, üretim üzerinde aslında kendisinin de bir etkisi olduğunun bilincine vardığında doğa ve üretici ile başka bir ilişkiye girer ve o zaman salt tüketici olmaktan çıkar. Ben kendim üretici olmadan öncesinde de beslenme alışkanlıklarımızın tüketime dayalı olmaması için çaba içindeydim; özellikle kompost yapmak bu anlamda beni çok motive eden bir uğraş. Çünkü kompost yapınca doğadan aldıklarımızı ona geri vermiş oluyoruz ve çöp de üretmemiş oluyoruz.
Gıda sistemine dair sizi en çok öfkelendiren ya da motive eden gerçek nedir?
Gıda sistemine dair en çok öfkelendiğim şey, aslında en değerli ürünler olması gereken tarımsal ürünlerin sanki en değersizlermiş gibi muamele görmesi ve üreticilerin de yine aynı şekilde değersiz görülmesi. Oysa tarımsal üretim olmazsa hiçbir şey olmaz, yaşam olmaz. Zihinlerde bir dönüşüm gerçekleşmesi ve tarımsal üretimin hakettiği değere kavuşması mücadelesi beni motive eden olgu.
Kooperatifler, gıda toplulukları, ekolojik pazarlar… Sizce bu alternatif yapıların gerçekten sistemsel dönüşüm yaratma potansiyeli var mı?
Sistemsel dönüşümün nasıl gerçekleşeceğini bilmiyorum, sadece hayal edebiliyorum. Bunun sadece bir ölçek meselesi olmadığını biliyorum ama. Yani yüzde şu kadar insan alternatif ağlarla beslenirse ancak dönüşüm gerçekleşir diye düşünmektense (ki bu biraz moral bozucu bir hesap çıkarıyor ortaya), kendi doğru bildiğimiz yolda yürüyerek, kendi küçük modelimizi oluşturmanın da çok anlamlı olduğu kanısındayım. Hiç beklemediğimiz bir anda tüm bu tecrübeler bir dönüşümün fitilini ateşleyebilir.
Sizi en çok besleyen (hem fiziksel hem ruhsal olarak) üretim ya da bakım ritüeliniz nedir?
Bunu sanırım daha önce hiç düşünmemişim. Ama şimdi durup düşündüğümde minik detayların farkına varmak ve onları fotoğraflayıp paylaşmak, sonra insanlarla bu konuda yazışmak çok besliyor. Hem onlardan öğreniyorum hem de yeni keşfettiğim bir şeyleri başkalarının da benimle birlikte keşfetmesi çok hoşuma gidiyor. Özellikle böceklerin dünyasına hayranım. Bir defasında Mersin’deki zeytinliğimizde yüzlerce yavrusunu sırtında taşıyan bir örümcek görmüştüm, hayatımda bu kadar etkileyici bir şey daha gördüğümü sanmıyorum. Sonra da şehrin ortasındaki bostanda hüthüt kuşu gördüm, büyülü bir andı. Bu anların farkına varabilecek bir hayat ritminde yaşamak beni çok mutlu ediyor.
Şehirde yaşarken toprağa duyulan hasreti en çok ne tetikliyor sizce? İnsanların bu bağlantıyı kurması için nereden başlamalarını önerirsiniz?
Şehir denilen yaşam ortamı özellikle de günümüzün kapitalist kentleşme modeli, insanlık tarihinin çok geç bir döneminin bir ürünü, fakat bir yandan yarattığı uygarlık yanılsaması, öbür yandan kırsal alana kıyasla vaat ettikleri, bu modelin hakim bir model olmasıyla sonuçlanmış durumda. Ama bu yaşam biçimi insanları, toplumları, gezegeni, kısacası herşeyi hasta ediyor ve sonu da hiç iyi gözükmüyor. Kentte yaşayanlar olarak biz bu yaşamın bizi hasta ettiğinin farkındayız, her zaman bilinç düzeyinde olmasa bile içten içe, sezgisel olarak, bedensel olarak, ruhsal olarak farkındayız. Biz de her hayvan gibi aslında doğanın bir parçasıyız ve doğadan ayrı bir yaşam bize şu an ideal gibi sunulsa da biliyoruz ki aslında değil. Buradan geriye dönüş nasıl olur bunu bilemiyorum, ama herşeyin bambaşka olduğu bir dünya düşünmek zorundayız. O dünyada doğa ile kurulan ilişki bambaşka. İnsan hakim değil, sadece bütünün bir parçası. Herşey insana hizmet etmek için değil, bütündeki yeri gereğince varoluyor. Bence bugünkü yaşamın mümkün olan tek yaşam olmadığını anlamak ve başka türlüsünü hayal etmek çok iyi bir başlangıç. Çünkü hepimizin içinde o özlem, o eksiklik, o arayış mevcut.
Bir tohum metaforu olarak düşünürsek: Bugün ektiğiniz hangi fikir ya da girişim gelecekte çiçek açacak, buna inanıyorsunuz?
Afetlerde toplanma alanlarının boş alanlar olarak değil de gerçekten bir yaşamın örgütleneceği yer olarak tahayyül edilmesi için arkadaşım permakültür tasarımcısı Evren Yıldırım ile birlikte ortaya attığımız “Yaşam Parkları” fikrinin gelecekte daha fazla benimseneceğine ülkemizdeki bütün parkların bir Yaşam Parkı olacağına inanıyorum.
Kentsel tarım ya da mahalle bostanları size göre sadece gıda değil, başka hangi toplumsal duyguları da yeşertiyor?
Kentlerde tarım yapılmasının üretilen gıdalardan çok daha büyük bir anlamı var. Türkiye kentlerinde büyük bir eksiklik olarak deneyimlediğimiz yeşil alan eksikliğini giderir, beton-asfalt içinde boğulmuş kentlerde türlü canlılar için yaşam alanı yaratır, biyoçeşitliliği destekler; iklimi düzenler, ısı adası oluşumu engeller, hava kalitesini arttırır, yağmurları düzenler ve yağmur suyunu tutarak sel riskini azaltır; kompost ile birleştiğinde atık yönetimine fayda sağlar; çocukların ekolojik eğitimi açısından önem taşır, onların gıda üretimini gözlemlemelerini ve toprakla ilişkilenmelerini mümkün kılar; eğer kolektif bir bahçecilik sözkonusu ise, toplumsal dayanışmayı güçlendirir; gıda güvenliği sağlar, kentlilerin yerel üreticilerle ilişkilenmesine imkan verir.
Bugünün gıda mücadelesi, sizce geleceğin hangi alanlarına evrilecek? Hangi yeni direniş biçimlerini öngörüyorsunuz?
Gıda mücadelesi hayatın her alanına dokunan bir mücadele; bu açıdan da iklim hareketi, müşterekler, bir bütün olarak ekolojik mücadele ve tabii agroekoloji, yerel alanların sermayeye karşı savunulması, gıda adaleti, toprak ve su hakkı gibi mücadelerle kesişiyor. Tüm bunların birleşerek daha güçlü direniş odakları yaratacağını düşünüyorum.
Son dönemde sizi umutlandıran bir gelişme ya da karşılaştığınız bir dayanışma örneği oldu mu?
Birçok dayanışma örneği verilebilir ama aklımda en taze olan deprem sonrasında kurulan dayanışma. Sanırım büyük ölçüde kamu denilen şeyin vatandaş nezdinde uğradığı yıkım sonucu, devlet kurumlarına hiç güven kalmamasıyla bağlantılı olarak halk kendi içinde organize oldu ve deprem bölgesine inanılmaz bir şekilde bütün gücüyle bütün kaynaklarıyla koştu. Tabii belki de artık Türkiye’de “vatandaş”ın devletle göbek bağını kesmesi için böyle bir kırılma yaşanmalıydı, bu da işin bir başka yönü. Ama sonuçta orada çok boyutlu bir dayanışma yaşandı. Buradan umut devşiriyoruz tabii ama maalesef çoğu zaman olduğu gibi bu konuda da dayanışma bir anda büyüdüğü gibi sönümlendi. Su göndermek için yarışanlar oradaki su kaynaklarına moloz dökülmesini çok da sorgulamadı, yemek götürmek için koşturanlar tarım alanlarına TOKİ yapılması karşısında sessiz kaldı. Sanırım biraz daha bütüncül bakmayı her anlamda öğrenmek gerekiyor.
Eğer genç birine bir “yaşam önerisi” verecek olsanız, ona hangi tohumu verirdiniz?
Elleriyle bir şeyler üretmesini söylerdim. Kentlerde de köylerde de artık zamanımızın büyük bir kısmı bir şeyleri tüketerek geçiyor; oysa geleceği kurmak için üretici olmalıyız, bu bir yazı, beste, çiçek, seramik, şiir ya da fikir de olabilir. Bir topluluk da olabilir. Ne olduğu hiç önemli değil. Önemli olan üretmek. Üretmeyi hayatın bir parçası kılmak, daha doğrusu hayatı üreterek anlamlı kılmak.
Bir yorum bırak