Hevsel Bahçesi, Diyarbakır’da UNESCO korumasında olan ve 8000 yıldır aralıksız tarım yapılan Hevsel Bahçelerinden ilhamla ve Güneydoğu Anadolu bölgesindeki kadim tarım tekniklerini, gelenekleri önemseyerek kurulan bir gıda markası. Bölgede girilmedik köy bırakmayarak, özenle zehirsiz tarım yapan üreticileri arayıp bulurken, ürünlerin işlenmesinde de yine bölgedeki halkın kadın ağırlıklı iş gücünden destek alıyorlar. Sizleri, gazetecilik kariyerini bırakıp annesinin 'Hadi kalk mutfağa girelim, başlayalım!' demesiyle bir yolculuğuna çıkan, üreticileri daha iyi ürünler üretmeye teşvik ederken göçe engel olan ve bir gıda ürününün belirli hassasiyetlerle üretilip ülkenin başka bir ucunda bir mutfakta misafir olduğu bağın önemini bize anlatan Şehadet Çitil ile tanıştırmak istiyoruz!
- Seni tanımayanlar için bize kısaca kendinden ve Hevsel Bahçesi’nin hikayesinden bahseder misin?
1983 Diyarbakır doğumluyum. İlk, orta ve lise eğitimi Diyarbakır’da tamamlamadım. 8 yıl aradan sonra Kocaeli Üniversitesi İnsan Kaynakları bölümünde üniversiteye başladığımda aynı zamanda İstanbul Fatih Belediyesi’nde çalışıyordum. Sonra lisansımı Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi Kamu Yönetimi bölümünden tamamlamak için Bolu’ya yerleştim. Lisansımdan sonra tekrar İstanbul-Diyarbakır- İstanbul arasında gazetecilik yaptım. TRT Kurdi, TRT HABER ve en son HABERTÜRK TV’de çalışırken sene 2015 ve Diyarbakır’da “Hendek Olayları” vardı. Haber için geldiğim memleketim Diyarbakır’da Hendek Olayları özel dosyasını hazırladıktan sonra şehrime temelli dönmeye karar verdim. Hevsel Bahçesi de tam bu işi bırakma kararından sonra doğdu. Ailemin evinde hem kendim hem de ailem için yapabileceğimi en iyi şey bildiğimiz en iyi işi yapmaktı; yemek ve gıda. Annemin mutfağında yaptığımız ürünleri online olarak satışa çıkarıyorduk. Bir zaman sonra annemin evinin fiziki koşulları yetmemeye başladı. Biz de Sur’daki bir çok kadınla bir organizasyon kurduk. Onlar evinde, damlarında salça, kurutmalık yapacaktı biz de bunu başka şehirlere gönderecektik. Kadınlar, Sur’daki o yıkımın ortasında bizimle çalışarak ayakta durmaya çalıştılar hatta koştular. Sonra Sur’daki bu küçük üretim organizasyonumuz da yetmeye başladı. Sur’dan başlayıp, Diyarbakır’ın bir çok köyüyle beraber, Şanlıurfa, Batman, Mardin, Bitlis, Siirt, Van, Hakkari, Şırnak’ta büyük bir üretim seferberliğine dönüştü Hevsel Bahçesi. Temiz tarım, küçük üretici ve mümkünse kadın üreticilerimiz Hevsel Bahçesi’nin temelini oluşturuyor.
Diyarbakır’da UNESCO korumasında olan ve 8000 yıldır aralıksız tarım yapılan Hevsel Bahçeleri bizim ilham kaynağımız oldu. Hevsel Bahçeleri’nden aldığımız bu tarım geleneği ile Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nden bir gıda markası çıkarmanın peşindeyiz.
-
Gazetecilik kariyerinizin Hevsel Bahçesi için nasıl etkileri oldu?
Normal şartlarda bir girişim, ürünün ne kadar iyi olduğunu anlatmakla başlar işe, biz Diyarbakır’ı, Hakkari’i, Şırnak’ı, anlatmakla yola koyulduk, çok sonra ürünlerimizi anlattık, yani 5-0 geriden başladık. Gazetecilikten dolayı masanın diğer tarafında bulunmuştum ve algının hiç de iyi olmadığını biliyordum. Gazetecilikten öğrendiklerim bana 5-0’lık arayı hızlı kapatmamı sağladı.
- Bir üretici olarak Hevsel Bahçesinde bir günün nasıl geliyor? Rutinleriniz neler?

- Bir yandan tüm bu üretimleri Diyarbakır'da ve çevre illerde yapıyorsunuz. Diyarbakır ile özdeşleştirdiğiniz şeyler var mı?
-
Hikayenizin önemli bir noktasında Sur’da yıkılan evlerine geri dönen ve ekonomik desteğe ihtiyacı olan kadınlarla çalışmaya başlıyorsunuz. Bu süreç nasıl ilerledi, neler sizi bu adımı atmaya itti?
Sur’daki kadınlarla markamızın en başından tanıştık ve çalıştık. Bu da bize en başından bir sorumluluk yükledi. Biz bugüne bu sorumluluğu sırtımızda hissederek yürüdük. Evde annemin mutfağı bize yetmeyince hem şehir merkezine yakın hem de avlu ve damı olan evlerde yaşayanlarla iş yapmak üretim açısından elzemdi. Biz Sur’daki kadınlarla iş için görüşmeye gittiğimizde hâlâ yasaklı mahalleler vardı. Giriş çıkış biraz zordu. Ulaşım araçlarını her zaman bulamıyorduk. Sur’daki evlerin camları kırık, içerdeki elektronik eşyaların çoğu yasak boyunca bozulmuş, sokaklar da harabeydi. Erkekler dışarıda çalışırken kadınlar yıkık evlerini düzelmek görevini üstlenmişlerdi. Biz kadınlara kendi evlerinde, kendi damlarında çalışacakları bir alan açtık. Evlerinden uzaklaşmadan üretim yapmalarını sağladık. Yerinde üretimle yıkımdan çıkmaları için küçük de olsa bir imkanları oldu. Bu da özellikle o dönem için bir çıkış kapısı sundu. Çünkü yıllarca emek verip yaptığınız eviniz ya da babanızın yıllarca emek verip yaptığı ve babadan kalan hatıralarla dolu evinizin yıkılmış olması sadece betonun yıkılması değildir. Dünya ile, hayat ile bağınızın zedelenmesidir aynı zamanda. Aslında beraber yaptığımız iş bu “hayat bağını” kurmaktı.
- Yaşadığınız ve çalıştığınız bölgede size, işlerinize veya çalışma yöntemlerinize karşı insanların bakış açısı nasıl? Kırılan önyargılar, bununla ilgili yaşadığınız ilginç deneyimler var mı?
Güneydoğu Anadolu Bölgesi ama özellikle Diyarbakır ve çevresi tarım arazilerinin çok olduğu, tarımsal üretimle var olan bir bölge. İşe ilk başladığımızda fark ettik ki, konvansiyonel tarım teknikleri dışındaki kadim, geleneksel ve pek tabii sağlıklı tekniklerin hiçbiri kullanılmıyor. Verim almak, üretim maliyetlerinin maddi karşılığını kazanmak temel motivasyon olmuş. Bu yüzden zirai gübre kullanımı, pullama, koruyucu ve yabani ot ilacı kullanımı çok yaygındı. Bizim verimi arttırmak için gübre kullanımını istemememiz bir çok üreticiyi elememize sebep oldu. Verimi arttırmanın geleneksel yöntemlerini öğrenmek ve öğretmek ile başladık insanları ikna etmeye. Bu da yetmeyince piyasa şartlarının çok üzerinden bir alım fiyatı ile alacağımızın garantisini verdik. Tüm bunlara rağmen alışkanlıkları yok etmenin mümkün olmadığı zamanlar oldu. Bizim beraber çalışmaktan vazgeçtiğimiz ya da bizimle çalışmaktan vazgeçen çok üretici oldu. Bu durumda yapacağımız tek şey kalmıştı, Van- İran sınırı, Çukurca-Irak sınırı, Şemdinli- Irak sınırına kadar gidilmedik köy bırakmamak. Özel izinle gittiğimiz yerler oldu ya da güvenlik sebebiyle gidemediğimiz köyler. Sonuç olarak Diyarbakır, Batman, Bitlis, Van, Hakkari, Şırnak ve Mardin boyunca gitmediğimiz köy yok diyebiliriz. Konvansiyonel tarıma bulaşmamış küçük üreticileri bulup onlardan öğrendiğimiz teknikleri de harmanlayarak bizim için de ekip biçmelerini rica etmek. Buradaki amacımız, yerinde üretime destek vermek, küçük üreticiyi kazanarak üretimin devamlılığını sağlamak ve bu kadim üretim tekniklerinin yok olmasını engellemek ve küçük de olsa göçü engellemek. Hem üretici hem de tüketici tarafında kırılması zor ön yargılar vardı. Üreticiler için uyguladıkları üretim yöntemlerinin vazgeçilmezliğini kırdık. Kendi bölgelerinde yetişen ürünlerin manevi değerini fark ettirdik. Bunun bir de maddi değeri olduğunu, bu maddi değerle geçinebileceklerini, üretilen şeyin Türkiye için önemli olduğunu hatırlattık. Kendi köylerindeki bir ota bu denli kıymet verilmesi ufuk açtı. Diğer bir önyargı da masanın tüketici kısmında olanlara ait. Biz sosyal medya ile gittiğimiz yerleri anlatıyoruz. “Kadın başıma”, yıllarca kötü olaylarla anılmış yerlere gitmem, üreticilerin hikayesini aktarmam, bölgenin muhteşem tarım, doğa zenginliğini anlatmam insanlarda merak uyandırdı. İlk kırılma merakla başladı. Susamın Çukurca, Şemdinli, Cizre ve Silopi’de yetiştiğine kimseyi inandıramadık, maalesef marketlerde Kanada’dan gelen maş fasülyesinin yine o bölgede yetiştirildiğine ikna etmek zaman aldı. Karacadağ’da pirinç yetiştirildiğini ilk duydukları yer biziz. Diyarbakır’da mercimek yetiştirildiğini ve soluk, renksiz mercimeğin iyi mercimek olduğunu anlatmamız 2 yılımızı aldı. İlk yıl geri göndermek isteyenler, kandırıldığını , bozuk ürün gönderildiğini söyleyen çok müşterimiz oldu. Hep şunu dedik; “Çorbanızı yapın, sonra konuşuruz”. Bu sonralarda hep “Bu çelimsiz mercimek tanesinden böyle çorba çıkacağını beklemiyordum” geri dönüşüyle devam etti.
- Ürünleriniz için sıkça seyahat ettiğinizi tahmin ediyoruz, hem yerel lezzetleri hem kültürü tanıyorsunuz. Seyahat ettiğiniz yerler arasında sizi en çok etkileyen mekan neresiydi? En çok neden etkilendiniz?
Çok seyahat ettiğim doğrudur. Buradaki amacımız üreticilerimizle bağ kurmak. Üreticilerimiz genelde küçük üretici, kendi halinde üretim yapan aileler. Biz gidip almazsak, ürettikleri ürünleri satacak bir pazarları olmayanlar ya da köylere gelen “çerçilerin” çok çok düşük ücrete satın almaları söz konusu. Emeğinin karşılığını alamayınca bir daha üretim yapmayacaklar belki, üretim yapmayınca da köyden kente göç olacak. Dolayısıyla bizim seyahatlerimiz üretimin devamlılığını sağlamak, kadim üretim yöntemlerinin yok olmaması ve göçü engellemek için bir araç. Kapılarına gidiyoruz yani üreticinin.
Biz hem üreticiyle hem de tüketiciyle gıda ve yemek ile bir bağ kurmaya çalışıyoruz. Bu bağa kıymet veriyoruz. Yoksa herkes kekiği de salçayı da her yerden alır. Biz başka bir duygunun peşindeyiz. Tüketiciye; aldığı ürünün üreten kişiyi tanıtıyoruz, yaşadığı yeri yöreyi tanıtıyoruz. Üreticiye de ürettiği ürünün belki ömründe hiç görmeyecek İzmir’in, Ankara’nın, Rize’nin bir evinde yemeğe dönüştüğünü anlatıyoruz. Bu yüzden seyahat etmek bu bağın devamı için olmazsa olmazımız. Hizan’dan başlayıp, Bahçesaray, oradan Van’ı es geçip Yüksekova, Şemdinli, Derecik, bu üç ilçeyi geri dönüp Hakkari ve Çukurca’dan geçip Uludere ve sonra Cizre. Bu rota inanılmaz bir rota. Bakir bir doğası, el değmemiş bitki örtüsü, insanı şaşkınlıktan hayrete düşürecek dağları, virajlı yolları… Uludere’de Ege kadar zengin yenilebilir ot deryası, Faraşin Yaylası arılar için çiçek denizi, Çukurca’da mikro-klima iklimi var ve çilek dahil bir çok meyve yetişiyor. Şemdinli ve Derecik’te en az 150 yıllık tohumlarla susam ve maş buluyorsunuz. Eski usul su değirmenleriyle öğütülüyor buğday ve susam. Bu bölgenin kendisi baştan sona çok etkileyici. Ama özelde Faraşin Yaylası’ndan ve Çalyan Gölü’nden çok etkilenmiştim. Yayla yolunda onlarca Koçer binlerce hatta yüzbinlerce küçükbaş hayvanlarıyla günlerce kalır. Bu şu demektir, orada toprağın doğal gübre ihtiyacı görülür ve tohum aktarımı yapılır. Dolayısıyla eğer bir gün temiz tarım zorda kalırsa bu yaylalarda ve yayla yollarında hayvanların yıllar yıllar evvel bıraktıkları tohumlar sayesinde yeniden hayat bulacak topraklarımız. Bu döngü bana umut veriyor.

-
Zehirsiz, doğal, organik tarım değişen dünyada artık sık sık duymaya başladığımız şeyler. Hevsel Bahçesi için önemsediğiniz kriterler nedir?
Doğal tarım, organik tarım ibareleri konvansiyonel tarımla beraber gelişti. Konvansiyonel tarımın tahribatına uğramamış veya kabul edilebilir düzeyde uğramış ürünlerin üretim sürecine tekabül ediyor. Tohum yıllık ve tek seferli, toprak kirli, gıda ömrü uzun olan konvansiyonel tarıma karşılık yapabileceğimi tek şey küçük ama çoklu tarım. Tek seferde ve tek tarlada tonlarca ürün almak değil, onlarca üreticiden azar azar tonlarca ürün. Burada esas önemsediğimiz şey “insan” faktörü. Biz tarımdan geçinen üreticileri konvansiyonel tarıma “kaptırırsak” bir daha geri alamayız. Bu yüzden de en ücra köylere gidip tohumlarımızı orada ekiyoruz. Şehre çok yakın, ulaşımı kolay yerlerde üretim yapmıyoruz. Esas mevzu en arkada oturan öğrenciyi de derse kaldırmak çünkü. Küçük üretici kırmızı çizgimiz bu yüzden. Bir diğer kırmızı çizgimiz tohum ve toprak. Çok seyahat ettiğimizden dolayı asırlık tohumlara ulaşmamız daha kolay. Atatohumunu bulmadığımız ürünü ekmiyor satışa çıkarmıyoruz. Bizim kuru fasulye satmamız açıldığımızın 5. senesine tekabül eder. Atatohumu ve temiz toprağı ve küçük üretici kombinasyonuna ancak 5 yıl sonra ulaşabildik. Tahin 4. yılımızda satıştaydı. Yine susamın temizini ve taş değirmeni ancak bir araya getirebildik.
-
Bu coğrafyada bize mutfakta en çok şeyi öğreten kişi, sevdiğimiz yemeklerle en çok bağdaştırdığımız kişi annelerimizdir büyük ihtimal.. Annenizden öğrendiğiniz bir şey ve sizin annenize öğrettiğiniz bir şeyden bahsedebilir misiniz bize?
-
Son olarak hikayenizi okuyanlar ve Local Makers ailesi için bir öneri ya da tavsiyeniz var mıdır?

Daha fazla ilham veren hikaye için bültenimize abone olmayı, instagram, Spotify gibi sosyal medya hesaplarımızdan bizi takip etmeyi unutmayın!
Bir yorum bırak